18 Temmuz 2011 Pazartesi

revolution now

uzun yıllardır ağzımın etrafından ayrmadığım top sakalımı kesmekle başladım işe. maske ve şnorkeli doğum günü hediyesi olarak babamdan almıştım fakat satıcının da dediği gibi bıyıklar su izolasyonu açısından sorun yaratabilirdi. kaş, kekova, olimpos, phaselis ve daha uzak diyarlara gidip bir de su altından bakmanın zamanı gelip de geçerken, makineyi vurdum sakalıma. yüzüm açıldı, imaj tamamen değişmişken bir de jöle çaldım kalın telli laftan anlamaz saçlarıma. bambaşka bir insan oldum, suratıma seri tokatlar atıp aynadaki aksime "lafımdan çıkmayacaksın" mesajını ilettim de ben ne anlatıyorum bilmiyorum.

şunun farkına vardım ki, yazı yazma isteğim tamamen bitti. iki aydır yazmadığım moleskine'me doğum günü münasebeti nedeniyle bir şeyler karalarken sayfanın yarısında kaldım. oysa etrafı anlatsam bile yeterdi. taş bir köprünün üzerinde, uzaktan taşıdığımız buz gibi biraları içiyorduk. köprünün altında uçurum, uçurumun bittiği yerde de turkuaz bir deniz vardı. uzaktan beyaz yelkenliler geçerken cırcır böcekleri susmuyordu. akdenizin serin esintileri, ufuktan son hızla gelip biramızdan bir yudum almaya çalışırken zaman bir şekilde geçiyordu. denizin altındaki diyardan ve balıkların umarsız hayatlarından sonra, balık olma isteği insan olmaktan ve her geçen gün bunu anlamlandırmaya çalışmaktan daha güzel geldi. kayaların arasından süzülen renkli bir balık, her şeyi on saniyede bir unutsam da olur. şimdi hatırlıyorum da ne oluyor sanki? uzun bir rotanın ardından sahile çıkıp biraz kuruduktan sonra, doğum günü kutlamaları çerçevesinde bira almaya gidip her zaman içtiğimiz kuytunun karpuz yeyip gürültü yapan davarlar tarafından işgal edildiğini görünce yolumuza devam ettik. insanlardan hoşlanmıyorduk, hele boş bakışlarla tarihi eserlere bakan, 2.5 litre kola taşıyıp bunun boşunu çöp kutusuna geri götürmeye üşenen, gürültü yapan, poz veren, her durumdan espri çıkarmaya çalışan, midesi bulanıp dert edecek bir şeyler arayanlardan bilhassa kaçıyorduk. defne ağaçlarının altındaki patikayı takip edip köprüye ulaştık. birkaç saat önce, köprünün altındaki mağaraya kadar yüzmüş ve kafamızı asırlık tonoza bakmak için yukarı kaldırmıştık. köprünün üzerindeki ağaç bile bizden yaşlıyken, obamızı kurup ilk biraları buzlu poşetten çıkardık. son bir haftadır içiyordum ve mekanın mitolojisi etrafımı sarmasa, bira içmekten bıktığımı bile iddia edecektim. her şey yerli yerindeydi, olması gerektiği gibiydi.

hayatımda bir değişiklik yapmak için geç kalmış olabileceğimi düşünüp birkaç karar aldım çabucak. artık beyaz ekmek ve kilo aldıran şeyler yemeyecek, salataya verecektim kendimi. haftada iki gün, bağlarım yeter artık deyinceye kadar kendimi zorlayacaktım. bırakınca gidiyordu, her geçen gün daha az hareket ediyor ve daha fazla içiyordum. bu da bana dev bir cüsse olarak geri dönüyordu. bir süreliğine içmeme kararımla birlikte evime gelirken, kapının önünde siyah bir poşet gördüm.

çöpü atmayı unutmuştum sanırım fakat kapının önüne kadar çıkardıktan sonra onu yere bırakmak gibi şeyler yapmazdım; sıkı sıkı çöpü tuttuktan sonra onu en yakın çöp tenekesine atar, bu sırada elimde anahtar varsa onu da beraberinde fırlatırdım. çöp atmak bende trajediye dönüşür ve kendimden nefret ettiğimle kalırdım. hayat o zamanlar daha bir acımasız gelirdi.

poşete yaklaşınca içinde kırmızı tuborg kutuları gördüm, bir süredir evde kırmızı tuborg içmiyordum. birisi içip içip benim kapımın önüne mi bırakmış acaba derken, kutuların dolu olduğunu gördüm. dinamit lokumu olup olmadıklarından emin olmak için kutuya iyice yaklaştım, bir tane rulo vardı. birisi ölüm fermanımı yazmış ve son isteğimin de doğru tahmin ettiği üzere kırmızı tuborg olacağını düşünüp peşin ödemişti. artık ölebilirdim fakat biralar ılıktı ve ben son bir haftadır her gün içtiğim için artık içmek istemiyordum.

kapıyı sıkıca kapatıp ruloyu açtım, birisi doğum günümü kutlamıştı. birisi, benim evimin kapısının önüne kadar gelip kırmızı tuborg poşetini bırakacak kadar yaklaşmıştı bana. sevgisinden şüphe duymadım da ya benden nefret etseydi? failim meçhul mu olurdu bir pazar akşamında?

biraları dolaba yerleştirip pazardan aldığım yeşilliklerden bir salata daha yaptım; iki hafta içinde on kilo vermek zorundaydım. çembere kadar zıplamalı ve aralıksız koşmalı, gençliğimin hakkını şakaklarımdan akan her bir ter damlasında vermeliydim. 





1 yorum:

Soru İşareti dedi ki...

İçmek güzeldir ancak yerinde ve dozunda içinde be üstat, öhöm malum koskoca ygs lys yaklaşır zaten fazla olan kilolarıma birde sınav kilosu eklenecek, bu yaz kendimi salsamda bir sonraki yaz aynı şekilde yeşillikler içinde yüzeceğim ya da bir dakika ya bu yaz kendimi salmasam yazın sonuna kadar fazla kilolarımdan kurtulsam daha sonra dönem içerisinde sıkı bir spor uygulasam daha mantıklı değil mi? Evet evet daha mantıklı ( bir dakika sonra aksine karar vereceğim )